ÜLKEDE SU BARIŞI DÜNYADA SU BARIŞI 

HABERLER

Büyükelçi(E) M.Nuri Yıldırım'ın İlk Kitabı Çıkıyor !

Hidropolitik Akademi Merkezi  kurucu üyesi büyükelçi (E) M Nuri Yıldırım'ın ilk kitabı "Babil Kulesinde Buluşalım Dünya Dilleriyle Tanışalım " Demkar Yayınevi tarafından basılıyor . İki hafta içinde tüm kitabevlerinde bulunabilecek olan kitabın içinde ve önsözünde şunlar yer alıyor İçindekiler  I. BÖLÜM DİLLER HAKKINDA BAZI GÖRÜŞLER VE DÜNYADA KONUŞULAN DİLLER ARASINDA BAZI KARŞILAŞTIRMALAR I - DİLLER DÜNYASINDA GEZİNTİLER II. BÖLÜM DÜNYADA KONUŞULAN DİLLER, DİL AİLELERİ, BAZI DİLLERİN TÜRKÇE İLE İLİŞKİLERİ III. BÖLÜM I- EKLEMELİ DİLLER (AGGLUTINATIVE LANGUAGES): URAL-ALTAY DİLLERİ, JAPONCA VE KORECE IV. BÖLÜM DİL KONUSUNDA DIĞER BİLGİLER   Önsöz Emekli Büyükelçi Nuri Yıldırım “Babil Kulesinde Buluşmalar-Dünya Dilleri” başlıklı kitabının giriş bölümünde, profesyonel dil bilimci, sosyolog, antropolog olmadığını belirterek, amacının kırk yıllık meslek hayatında karşılaştığı diller, bunlar arasındaki ilişkiler ve Türk dili ve şiveleri ile diğer diller arasındaki benzerlikler konusundaki görüşlerini ve anılarını yansıtmak olduğunu vurgulamış; asıl amacının genç nesillere, dünya dilleri ve Türkçemiz konusunda bir tür el kitabı bırakmak olduğunu belirtmiş. Tevazu gösteriyor. Bu yapıtı okuyanlar, yazarın ciddi ve çok kapsamlı bir araştırma yaptığını görecekler;  kaynakları ve referansları da zengin bir çalışma. Türk Dışişleri Bakanlığı’nda görev yapan “Hariciyeciler” İngilizce veya Fransızca dillerinden birini çok iyi, bir başka yabancı dili de iyi derecede bilmek ve bunları yazılı ya da sözlü biçimde -mümkün olduğu ölçüde kusursuz olarak- kullanmak zorundaydılar.  Dışişleri mensuplarının, kullandıkları dilin yapısı ile “kültürel çerçevesi” ve diğer dillerle akrabalık ilişkileri alanında da bilgi sahibi olmaları dağarcıklarının yüzeysel olmamasını sağlar. Bunun yanında, Hariciye mensupları , -bilmiyorlarsa- görev yaptıkları ülkelerin dillerini de öğrenirlerse, çok daha yararlı olabilir, ülke halkının ve yöneticilerinin nabzını daha iyi tutabilirler; daha da önemlisi, o ülkede “makbul diyalog partneri” haline gelirler. Bu nedenle, diplomasi sanatında önde gelen memleketlerin kançılaryaları, bir ülkeye yolladıkları görevlileri, gidecekleri ülkenin dilini öğrenmeleri için 6-12 ay sürebilen dil eğitimine tabi tutarlar. Dil bir ülke insanının kimliğini oluşturan öğelerin başında gelir. O kimliği daha iyi tahlil edebilmek için, o dilin ve varsa akraba dil ve lehçelerin incelenmesi gerekir. İşte, Büyükelçi Nuri Yıldırım’ın yapıtı, bu alanda da bize önemli ipuçları ve bilgiler veriyor. Yazar, diğerleri meyanında, görev yaptığı ülkelerin dillerini ve ait oldukları dil ailelerini irdelemiş; kişisel deneyimlerini de katarak çok rahat okunan, sıcak ve içten bir anlatımla anılarını kitaba eklemiş. Bu yönden de çok özgün bir niteliği var kitabının. Yazarın dilimize yakın diller ve komşu ülkeler dilleri konusunda yazdıklarını özel bir ilgi ile okudum. Bu alanda benim de ilgi çekici deneyimlerim olmuştu. UNESCO çerçevesinde kurulmak istenen, ancak finansman eksikliği yanında, özellikle Özbeklerin öndegelim taleplerini ısrarla öne sürmeleri nedeni ile etkin bir akademik kurum haline dönüşemeyen Orta Asya Araştırmaları Merkezi’nin statüsünün hazırlanması için, 1996 yılında Prof. İlber Ortaylı ile birlikte katıldığım Taşkent ve Semerkant toplantılarında tanıştığım Ural-Altay dili uzmanları ile ancak Almanca veya İngilizce iletişim kurabilmiştik; o toplantıya iştirak eden Fransız uzman Pierre Chuvin ise, Türkiye Türkçesi yanında, Çağatay Türkçesini de çok iyi konuşuyor, hatta bize zaman zaman çevirmenlik yapıyordu. Toplantıya katılan Orta Asya ülkeleri profesörleri ise kendi aralarında Rusça anlaşmaktaydılar. O toplantı, “Türk Kültür Alanı” olarak nitelendirdiğim evreni anlamakta birey olarak ne kadar geç kaldığımı, ülke olarak da kimi gerçekleri teşhis etmek ve bunlara uyum sağlamaktan uzakta bulunduğumuzu gösterdi. Zira bütün bu konulara o ülkelerin insanlarının bakış açısından değil, Türkiye’ye bir ara egemen olan milliyetçi -ideolojik gözlükler ardından bakmaktaydık. Daha sonraki yıllarda bu alanda düzelme ve ilerlemeler olduğunu da yadsımak istemem. Emekli olduktan sonra yayımladığım ilk kitap “Kültürel Haklar, Dünyadaki Uygulamalar ve Türkiye Hakkında bir Model Önerisi” başlığını taşımaktaydı. Bu da benim dil sorunsalına,  kültürel haklar açısından bakmamı izah eden bir gösterge sayılabilir. Büyükelçi Nuri Yıldırım’ın yazdığı kitap, sorunun “kültürel hak” yanını öne çıkarmıyor; ancak, dilsel çeşitliliğin oluşturduğu zenginliğin sonuçlarını dolaylı biçimde vurgulamış oluyor. Ülkemizde vatandaşlarımızın kullandıkları farklı dil (anadil ) ve lehçelerin o bireylerin ve toplumların kimliğini oluşturan temel öğe olarak önemi çeşitli nedenlerle oldukça geç anlaşıldı. Eğitimde ise, dili öğrenim hakkı ile eğitim dili (şimdilerde kimileri buna tedrisat demeğe başladı)  arasındaki önemli fark, üzerinde düşünülmesi ve çözüm üretilmesi gereken ciddi bir sorun olarak ortaya çıktı. Bu mesele ile ilk karşılaşan ülke Türkiye değil; Fransa da aynı soruna çözüm aradı. Fihristinin incelenmesi, kitabın dil açısından çok kapsamlı olduğunu kanıtlamakta; bu yapıtta ilgimi özellikle çeken ve beni düşünmeye sevk eden başlıkları okuyucunun entellektüel iştahını tetiklemek için sıralayayım: Dil birliği teorisine karşı, dillerin çok kökenliliği kuramı; aynı dili konuşan halkların farklı devletlere bölünmeleri; Azeri Türkçesi ile dilimiz arasındaki benzerlikler; bazı dil ailelerinin Türkçe ile ilişkileri; Farsça-Arapça-Türkçe ilişkileri; Ermenice-Türkçe ilişkileri; Türkçe ile Rusça’da karşılıklı ödünç alınan sözcükler; Kürtçe diller; Ural dil ailesi; Fince ve Macarca ile Türkçe arasındaki benzerlikler; Macaristan’da Turancılığın gelişimi; Türkçe ve Macarca’da benzer atasözleri; Macarlar “cebimde çok elma var” cümlesini Macarca nasıl kurarlar? Kafkas dilleri; Ural ve Altay dilleri birleşik bir aile mi, yoksa iki aile mi sayılır? Türkçe’nin eklemeli dil niteliği: başka dillerde bir cümle ile ifade edilenin Türkçe’de tek bir sözcük olabilmesi: “İskandinavyalılaştıramadıklarımızdan mısınız?” İşte bütün bu konular ve daha niceleri kitapta kimi kişisel anılarla süslenerek, okuyucuyu sıkmadan ve düşünmeye sevk ederek ele alınıyor. Son olarak, bu kitapta beni çok ilgilendiren “Tehlike altındaki diller” ve “Kaybolup giden diller” başlığı altında irdelenen, dillerin tedricen yok olması sorunsalına değinmek isterim. UNESCO’da Daimi Temsilci olduğum dönemde, 1992 yılında bir Kafkas dili olan Ibıhça’yı konuşan ve yazan son insan Tevfik Esenç Türkiye’de vefat etti. Ibıhça artık kitaplıklara intikal eylemiş bir dildi. Ibıh kökenli insan mı kalmamıştı? Hayır. Ama toplumsal ve ekonomik gelişmeler, Ibıh kökenlilerin Ibıhçayı öğrenmek ve kullanmak için gereken çabayı göstermediklerini, gerekli zamanı ve finansmanı esirgediklerini, kamunun da boşluğu kapatmak için eğitimsel ve finansal destek sağlamadığını kanıtlamaktaydı. Türkiye’ye göç eden Ibıhlar, Türk toplumu tarafından asimile edilmişlerdi. Bu konuda sohbet ettiğim Danimarka’nın UNESCO’daki temsilcisi, bana, elbet şaka yolu ile uzak bir gelecekte belki Danca’nın akibetinin de aynı olacağını söylemişti. İşte, elimdeki kitabın şu son sayfalarını çevirirken, bütün bu sorunların zihnimde yüzeye çıkmasını tetiklemiş oldum. Bu konu ülkemizin önemli sorunlarından biriydi. 1994 yılında, Paris’te Doğu Bilimleri Enstitüsü’nde yapılan bir bilimsel toplantıda, Zaza dilinin de kaybolma yokuşundan aşağıya doğru yuvarlandığı ve bu hareketi Kirmancı dilini konuşan diğer Kürt kökenlilerin hızlandırdığı şikayet yoluyla belirtilmişti. Aynı toplantıda, Türkiye’de kimi vatandaşların ana dili olan Kürtçe’nin, karda atılan adımların çıkardığı kart-kurt sesine benzetildiği için Kürtçe olarak adlandırıldığı yolundaki (yaygın olmayan) safsata ile Kürtçe konuşmaların ve şarkıların yasaklanması da tenkit konusu olmuştu. Neyse ki o günler ve bu uygulamalar geride kaldı. Ama kamburumuzda daha da önemli bir konu var: Osmanlıca da artık gündelik hayatta kullanılmayan ve “akademiyanın” ilgi alanına hapsolmaya başlayan dillerden biri değil mi? Kişisel olarak, “çağdaş Türkçe” ile “Osmanlıca’yı” karşı karşıya getirerek, bunlardan birini dışlamayı ya da “uydurmasyon” diyerek değersizleştirmeyi yeğleyen söylemleri hiç benimsemedim. Bu nedenle yazı ve konuşmalarımda Osmanlıca kelimeleri de, Türkçeye kazandırılmış ve halen yaygın biçimde kullanılmakta olan yeni ve yerleşmiş sözcükleri de severek ve dil zenginliği sayarak kullandım. Kültürümüzün köklerini, hatta tarihimizi bilmek isteyenlerin Arap harfleri ile yazılan metinleri okuyabilmelerinin kaçınılmaz olduğunu da düşünenlerdenim. Bunun yanında, Osmanlıca dilinin oluşması, yapaylığı, yönetici elit zümre tarafından kullanılan bir iletişim aracı olması, halkın büyük bölümünden kopukluğu üzerinde ciddiyetle durulması ve yapıcı-yaratıcı çözüm aranması gereken konulardır. Bir dönem, geçmişten kopuşu tetikleyen devlet politikalarının varlığını yadsımamakla birlikte, sürekli evrim içinde bulunan dilin geçirdiği evreleri, sadece o dili konuşan ve yazanların belirleyeceğine inanıyorum. “Babil Kulesinde Buluşmalar-Dünya Dilleri” konusunda yapılan fikir egzersizi bu alanda birbirinin karşıtı iki temel eğilimle karşı karşıya olduğumuza işaret ediyor: Bölünmeler, parçalanmalar, erimeler ile sosyal-ekonomik-siyasal (kültür emperyalizmi gibi) nedenlerle farklı bir çekirdek dil etrafında yoğunlaşmalar. Bu gelişmeler toplum mühendisliği yoluyla etkilenebilir mi? Son zamanlarda öne çıkan “Yeni Osmanlıcılık” hareketini ve Osmanlıcaya dönüşü tetikleyen adımlar, bu alandaki soru işaretlerini de beraberinde taşıyor. Yüzlerce örnek vermek mümkün: “Öğrenci derneği” yerine “talebe cemiyeti” teriminin kullanılması, “okul” kelimesinden vazgeçilerek “mektebe” hatta “medreseye” dönülmek istenmesi, “tedrisat” sözcüğünün ısrarla öne çıkarılması, dinsel rengi -doğal olarak- öne çıkan “külliye” teriminin günlük hayata yerleştirilmek istenmesi, toplumun kullandığı dilin gelişimini ne derecede etkileyecek? İçinde yaşadığımız teknoloji çağında kimi teknik terimlerin “deforme” de edilerek dilimize girmesi engellenemiyor. Gene de dilimizin yukarıdan aşağıya inen ve zorlama rengi taşıyan, ideoloji kokan önlemlerle “geriye döndürülmesi”, dil bilimi tarihi açısından bakıldığında başarısız kalmağa adaydır. Zira dil alanındaki gelişmeyi o dili kullananların uygulamaları çözecektir. Büyükelçi Nuri Yıldırım, bu alandaki çalışmalarına devam edeceğinin haberini de vermiş.  Bundan sonraki kitabında “Güneş Dil Teorisi” gibi mayınlı bir alanda yol almağa çalışacağı anlaşılıyor. Şimdiden merak ediyorum... Beni konu üzerinde daha fazla düşünmeğe sevk eden bu çok değerli çalışması için değerli meslektaşım Büyükelçi Nuri Yıldırıma teşekkür borçluyum. İyi ki varsınız... Pulat Tacar Emekli Büyükelçi   MEHMET NURİ YILDIRIM KİMDİR ? Mehmet Nuri YILDIRIM  (d. 3 Haziran 1944, Nazilli) Türkiye Cumhuriyeti emekli  büyükelçisi. 1962 yılında Robert Koleji’nden mezun olmuştur. 1963 yılında Vienna Welthandel Faculty'de öğrenim görmüştür.  1967 yılında ise Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun olmuştur. İngilizce ve Almanca bilmektedir. Diplomatlık  kariyerine 1968 yılında Dışişleri Bakanlığında başlamıştır. Dışişleri Bakanlığındaki çeşitli görevleri arasında yurt dışında 1976-1978 yıllarında Bangkok Büyükelçiliği Geçici İşgüderi, 1980-1982 yıllarında Tebriz Başkonsolosu, 1992-94 yılları arasında Berlin Başkonsolosu, 1999-2002 yıllları arasında Moğolistan Büyükelçisi olmuştur. 2003'te Dışişleri Bakanlığı müşavirliğine atanmıştır.  Diğer yurt dışı görevleri: B.M. nezdindeki Cenevre Daimi Temcilciliğinde 2. Katip ve Başkatip;  Roma Büyükelçiliğinde Müsteşar; Helsinki Büyükelçiliğinde 1. Sınıf Müsteşar; Tahran Büyükelçilğinde Elçi-Müsteşar. Eserleri: Azerbaycan Tarihi (İç Hizmet raporu-Bu raporla takdirname almıştır.); "Nazi Altınları" konferanslarının  Londra ve Washington'da düzenlenen  konferanslara profesör İlber ortaylı ile birlikte katılmıştır. Bu konferanslara sunulan Türkiye'ye ait konferans  belgelerinin yazarıdır. (Bu  belgeler  İngiliz Dışişleri Bakanlığının  yayımladığı ve tüm ilgili ülkelerin raporlarını kapsayan  "Nazi Gold" kitabında yer almıştır.) Hacettepe Üniversitesi Hidropolitik Araştırma Merkezinde Türk Dış Politikası, ve Bilkent Üniversitesi'nde Diplomatik İngilizce dersleri vermiştir. 2008 yılında Dışişleri Bakanlığından emekli olmuştur. Emekli olduktan sonra Dursun Yıldız ile birlikte Hidropolitik Akdemi'yi kurmuştur; adıgeçenle  birlikte  Kırgızistan ve Kazakistan'da  Su Politikaları konularında incelemelerde bulunmuşlardır. Bu incelemeler,  Dursun Yıldız'ın "Orta Asya'da Stratejik Sular" kitabında yayımlanmıştır. Ayrıca bu enstitünün web sitesinde çeşitli makaleleri yayımlanmıştır. Daha önceleri aktif  görevde iken başlamış olduğu  ermeni sorunu konusundaki araştırmalarını emekli olduktan sonra da devam ettirmiştir. Halen bu   gelişmeleri yakından izlemekte ve konu hakkında araştırma yapan yabancı uzmanlara yardımcı olmaktadır. Bu konuda İstanbul'da, Ödemiş'te ve Mersin'de düzenlenen konferanslara konuşmacı olarak katılmıştır. Cenevre'de Fransızca, Roma'da İtalyanca, Tahran'da Farsça, Helsinki'de Fince, Moğolistan'da Moğolca dersleri almıştır. Tebriz'de Azerbaycan dilini, Helsinki'de Tatarca'yı, Kazakistan da ve Kırgızistan'daki yakından incelemiştir. Uygurca üzerinde de kişisel incelemeler yapmıştır. Halen  Türk dilleri ve kültürü üzerindeki İkinci dil  kitabını yazmaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır.  
Yorumlarınızı Bizimle Paylaşın

Sadece üyelerimiz yorum yapabilir, hemen ücretsiz üye olmak için Tıklayın

(E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır)
Yorumu Gönder
Henüz Yorum Yapılmamış