ÜLKEDE SU BARIŞI DÜNYADA SU BARIŞI 

Genel

Sınıraşan sular açısından Türkiye’nin konumu

Sn Yaşar Yakış (Dışişleri Eski Bakanı-Büyükelçi) TMMOB Su Politikası Kongresi -2006  -Su ve Uluslararası Boyutu Paneli 123 Sayın Başkan, bana “Sudan ötürü savaş çıkar mı?” diye soruyor. Bir rastlantı sonucu ben de, zaten konuşmama bu alt-başlıkla başlayacaktım. Konuşmamı öyle tasarlamıştım. Önce savaş senaryolarından bahsedecektim. Ondan sonra da, sırasıyla, sınır aşan sular açısından Türkiye’nin konumundan, Uluslararası Su Yollarının Ulaşım Dışı Amaçlarla Kullanılması Sözleşmesinden, Barış Suyu Projesinden, Manavgat Suyu Projesinden ve en sonunda da Avrupa Birliğine katılım süreci içinde sularla ilgili sorunlarımızdan bahsedeceğim. Su savaşı senaryoları konusunda, şu anda kütüphanemde galiba 4-5 tane kitap var, hepsinin de başlıkları ufak tefek nüanslarla “Ortadoğu’da Su Savaşları” anlamına geliyor. Çeşitli nüanslarla bu konuyu işliyorlar. Su için Ortadoğu’da savaş olur mu? Zamanımız bütün senaryoları konuşmaya elverişli değil, ama şunu söyleyebiliriz: Dünyada sudan çok daha az önemli nedenlerle o kadar çok savaşlar oldu ki, su için de savaş olursa kimse buna şaşırmaz. Yani bir ülkeye savaş ilan etmeyi aklınıza koymuşsanız, suyu bahane etmek mükemmel bir savaş nedeni teşkil edebilir. Buna mukabil su ülkeler arasında, mükemmel bir işbirliği kaynağı da olabilir. Geçmişte Friedrich Naumann Vakfı Hacettepe Üniversitesi’nde “Ortadoğu’da Su Sorunları” diye bir konferans düzenlemişti. Bizden de katkı istemişlerdi. Ben o zaman Dışişlerinde Müsteşar Yardımcısıydım. Friedrich Naumann Vakfının temsilcisine dedim ki, “bu başlığı size Berlin’den mi empoze ettiler, yoksa burada siz mi seçtiniz?” Hık mık etti. Anladığım kadarıyla Fırat ve Dicle’nin aşağı kıyıdaş ülkelerinden gelen teklif imiş. Ben dedim ki, “Bu başlığı ‘Ortadoğu’da Su Konusunda İşbirliği’ şeklinde yapsak ne kaybederiz?” Nitekim değiştirdik ve konferansın başlığını su savaşları veya su ihtilafları yerine, su aracılığıyla işbirliği haline dönüştürdük. Şimdi soruyu tekrar soralım: Su nedeniyle Ortadoğu’da savaş olabilir mi? Eğer ülkeler birbiriyle savaş etmeye karar vermişlerse, suyu mükemmel bir savaş ilanı bahanesi olarak kullanabilirler. Ama işbirliği yapmak istiyorlarsa, su sayesinde de çok mükemmel işbirliği yapabilirler. Sayın Özden Bilen, hepimizin hayranlığını kazanan, “Üç Aşamalı Plan” dediğimiz meşhur planın müelliflerinden ve fikir babalarındandır. “Üç Aşamalı Plan”ı eğer uygulayabilsek, Türkiye, Suriye ve Irak arasında öteki işbirliklerine ilaveten su sayesinde de mükemmel işbirliği yapılabilir. Bilmiyorum, sabahki oturumlarda “Üç Aşamalı Plan” hakkında bilgi verildi mi? Verilmediyse dahi, onu, fikir babası olan Sayın Bilen’in kendisinin verebileceğini düşünüyorum. Ben, ilgi alanım nedeniyle, sınır-aşan suların uluslararası boyutlarıyla ilgili olarak konuşmak istiyorum. Dolayısıyla su savaşı senaryoları konusunda söyleyeceklerim bundan ibaret. Sınır-aşan sular açısından Türkiye’nin konumu nedir? Haritaya baktığınız zaman görüyorsunuz, Türkiye, 2 önemli nehir için yukarı kıyıdaş ülkedir. Bunlar su sıkıntısı açısından büyük problemlerle karşı karşıya olan ülkelere doğru akan Fırat ve Dicle nehirleridir. Türkiye’nin bu konumundan kaynaklanan önemli sorunları var. Fakat biz hep sınır-aşan sular deyince, Dicle ve Fırat’ı düşünürüz. Halbuki başka sular da var ve o başka sular da Türkiye yukarı kıyıdaş ülke değil, yani suyun kaynağını kontrol eden ülke değil, aşağı kıyıdaş ülke. Bunlardan bir tanesi Asi Nehri, öbürü Meriç Nehri. Meriç’in Tunca Kolu nedeniyle Bulgaristan’a nazaran aşağı kıyıdaş ülkeyiz, Arda kolu nedeniyle de Yunanistan’a nazaran aşağı kıyıdaş ülkeyiz. Dolayısıyla sınır-aşan sular konusunda bir mesele mevzu bahis olduğu zaman, biz hep yukarı kıyıdaş ülkelerin avantajlarını korumaya çalıştığımız zaman, başka yerlerde kendi bindiğimiz dalı keser duruma da gelebiliriz. İşte Edirne ve dolaylarında zaman zaman maruz kaldığımız sel felaketi buna bir örnektir. Bulgaristan’la iyi işbirliği yapamadığımız için veya orada suyu tutmak için yeteri tesisler yapılmadığı için Meriç’in Tunca kolu Türkiye’ye zarar verecek şekilde akıyor. Bazen kurak dönemlerde Bulgaristan yeteri kadar su bırakmadığı için çeltiklerimiz kuruyor. Bazen de çok su bıraktığı için Edirne dolaylarını su basıyor. Aynı şekilde Asi Nehrinde de, su potansiyelinin aşağı yukarı yüzde 80 veya 90 kadarını Suriye kullanır, bize de kendisine lazım olmadığı zaman bırakır ve Amik Ovasını su basar. Suya ihtiyacımız olduğu zaman da su vermez. Dolayısıyla bizim, sadece Fırat ve Dicle’yi düşünerek değil, bütün etrafımızdaki yukarı kıyıdaş olduğumuz ülkeleri de, aşağı kıyıdaş oldu-ğumuz ülkeleri de düşünerek uluslararası normlara katkıda bulunmamız gerekir. Türkiye’nin bir başka özelliği de şudur: Türkiye su zengini bir ülke değildir. Dünyada bir ülkenin su zengini sayılabilmesi için, o ülkede fert başına senede 8-10 bin metreküp su düşmesi gerekir. Kanada’da, Norveç’te ve Kuzey Avrupa ülkelerinde miktar, aşağı yukarı bu mertebelerdedir. Fırat ve Dicle havzasında ise su açısından en zengin ülke Irak’tır, senede kişi başına 2 100 metreküp su düşer. Türkiye’de bu rakam 1 600 civarındadır. Türkiye’de yıllık yağış, aşağı yukarı, 510 milyar metreküp civarındadır. Bunun 180 milyar -eğer yanlış söylersem, Sayın Bilen düzeltir ileride- metreküpü satıh suları oluyor. Onun da 110 milyar metreküp kadarı kullanılabilecek haldedir. O 110 milyar metreküpü 70 milyon nüfusa böldüğünüz zaman, senede kişi başına aşağı yukarı 1 600 metreküp su düşüyor. Türkiye’de 1 600, Irak’ta 2 100, Suriye’de ise 1 500 metreküp civarında. Yani, Fırat ve Dicle havzasında, kişi başına düşen su 1 500 – 2 000 m³ civarında desek, su zengini ülkelere nazaran bizim her üçümüz de beşte bir oranında fakir birer ülkeyiz. Dolayısıyla Türkiye’ye su zengini denilmesi yanlıştır, bu bir. İkincisi, Türkiye’nin su potansiyeli ölçülürken, Doğu Karadeniz’deki sık sık sel basan yerleri de hesaba katmamız gerekir. Oralardaki su da bu hesaba giriyor, ama oradaki nehirlerin sularını sulama amaçlı olarak kullanmak mümkün değil. Onun için bölgesel olarak su havzaları arasındaki dengesizlik nedeniyle bu potansiyelin önemli bir kısmını büyük bir yatırım olmadan, o bölgenin suyunu başka bir havzaya, aktaramadığımız sürece oradaki fazla suyun kimseye faydası yoktur. Buna mukabil Türkiye’de kişi başına düşen su hesap edilirken, kullanılması zor olan bu su da hesaba katılıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin ikinci özelliği, suyun havzalar arasında eşit olarak dağılmamış olmasıdır. Üçüncüsü, Türkiye’de suyun rasyonel ve hakkaniyete uygun şekilde kullanılması için aşağı kıyıdaş ülke olan Suriye ve Irak’la 1970’lerde başlayan ve 30 yıldır devam eden işbirliğimiz var. Bu işbirliği tam istediğimiz şekilde yürümüyor, fakat 1987 yılında rahmetli Özal’ın Başbakanlığı zamanında Suriye’ye yapılan bir ziyaret sı-rasında Suriye’ye Fırat Nehrinden saniyede 500 metreküp ortalama su verilmesini öngören bir anlaşma imzalanmıştır. O anlaşma halen yürürlükte ve galiba Suriye ve Irak’ı da tatmin ediyor ki, fazla ses çıkarmıyorlar. Biz bu ülkelerle bu anlaşmaları yaparken, dünyada da, hazırlıkları 1970’li yıllarda başlamış olan bir uluslararası sözleşme ortaya çıkarma çabası vardı. O çaba, 1997 yılında sona erdi ve bir sözleşme ortaya çıktı. Sözleşmenin uzun bir adı var: Uluslararası Suların Ulaşım Dışı Amaçlarla Kullanılması Sözleşmesi. Bu sözleşmeye 100 küsur ülke taraf oldu, taraf olmayan 3 ülkeden biri Türkiye’dir. Biz bu sözleşmeye taraf olmamak suretiyle o sözleşmede belirlenen normları uygulamaktan sarfınazar edemeyiz, yani böyle bir tutum, kafamızı kuma gömmek olur. Çünkü biz o sözleşmeye katılsak da, katılmasak da sınır-aşan sular konusundaki veya onların deyimiyle uluslararası sular konusundaki normlar, o sözleşmede belirtildiği şekilde gerçekleşecektir ve o sözleşmedeki normlara uymamız bizden istenecektir. “Biz o sözleşmeye taraf değiliz.” dememiz her zaman işe yaramayabilir. Taraf ol veya olma, uluslararası camianın yöneldiği, gittiği istikamet odur. Biz bunun dışında kaldığımız takdirde yalnız kalırız, baskıyla karşı karşıya kalırız ve belki tutunamayız. Onun için, daha başlangıçta bu sözleşme müzakere edilirken daha güçlü bir ekiple müzakerelere katılmamız gerekirdi. 125 Sözleşmenin hükümleri incelendiği zaman da görülmektedir ki, sözleşmede yer alan bazı maddeler sınır-aşan sularla alakalı, bazıları bizim de uluslararası su olarak mütalaa ettiğimiz sularla alakalı. Bizim tanımımıza göre uluslararası su şudur: Nehrin bir tarafı bir ülkeye ait, öbür tarafı başka bir ülkeye aitse, bu uluslararası sudur. Ama bir akarsu, bir ülkenin topraklarının içinden akıyorsa ve sağında da solunda da o ülkenin toprağı varsa; ondan sonra bir sınırı geçiyor ve hem sağında hem de solunda bu kez başka bir ülkenin toprağı varsa, bu, sınır-aşan sudur. Nitekim sözleşmeye bakarsanız, bazı hükümleri münhasıran uluslararası suları düzenliyor, bazı başka maddeleri sınır-aşan suları düzenliyor. Yani sözleşme, adını koymaksızın bu ayrımı esasen kendisi de yapmış Öte yandan Avrupa Birliği üyesi üyelerden birçoğunun imzaladığı sözleşmelerde de, “sınır-aşan sular ” tabiri var. Helsinki Sözleşmesi adı verilen bir sözleşme var. Bu Sözleşmenin tam ismi, “1992 tarihli Sınır-aşan Sular ve Uluslararası Göller Hakkında Helsinki Sözleşmesi”. Yani “sınır-aşan sular ” tabirini biz keşfetmiş, biz bulmuş, uluslararası camiaya biz öneriyor değiliz. Bu tabiri onlar da kullanıyorlar. Dolayısıyla iyi savunulabilse idi “Uluslararası Su Yollarının Ulaşım Dışı Amaçlarla Kullanılması Sözleşmesi”nde de aynı tabirlerin kullanılması sağlanabilirdi. Dolayısıyla biz şunu yapmaya çalışmalıydık: sözleşmenin örneğin birinci bölümünü münhasıran uluslararası sularla, ikinci bölümünü de münhasıran sınıraşan sularla ilgili hale getirmek için çaba sarfetmeliydik. Bu görüşü yeteri kadar güçlü savunamadığımız anlaşılıyor ve sözleşme bu şekilde kesinleşmiş oluyor. Peki, bundan sonra ne yapılabilir? Bundan sonra yine sözleşmeyi reddetmek suretiyle bir yere varamayız. Onun yerine, sözleşmenin içinde, Türkiye’nin yararlanabileceği maddeleri sonuna kadar işletmektir. Çünkü orada Türkiye’nin de kendi yararına gayet güzel işletebileceği maddeler vardır. Bence onun üzerinde yoğunlaş-mamız gerekir. Biraz da Barış Suyu Projesi’nden bahsetmek istiyorum. Barış suyu Projesinden, belki sabahleyin söz alan değerli konuşmacılar da bahsetmişlerdir. Bu proje, Seyhan ve Ceyhan nehirlerinin tam olarak geliştirilmesinden sonra arta kalan ve Akdeniz’e akan suların bir bölümünün Körfez ülkelerine taşınması projesiydi. Proje tek boru halinde veya paralel iki boru halinde Şam’ın kuzeyinde Homs şehrine kadar gidecekti. Orada ikiye ayrılacaktı. Batı hattı dediğimiz Hicaz hattı, Kızıldeniz kıyısından gidecekti. Körfez hattı adı verilen öteki hat ise toplam olarak 9 ülkeye su taşıyacaktı. Batı hattında suyun metrekübu o tarihte 87 sente mal oluyordu. Körfez hattına da 107 sente mal oluyordu. Brown & Roots adlı bir şirketin o tarihteki rakamlarıydı bunlar. Sonradan güncelleştirildi mi bilmiyorum. Ben bu projenin sadece bir yönüne değinmek istiyorum. O tarihte proje Arap ülkelerinden ilgi görmeyince Türkiye’deki bürokrasi de ilgisini çekti.   Çünkü o tarihte şu söyleniyordu: “25-30 sene sonra o suya Türkiye’nin de ihtiyacı olacaktır. Bu nedenle bu projenin üzerinde fazla durmamalıyız”. Sanırım bu görüşün en güçlü destekleyicisi Devlet Su İşleri bürokrasisi idi. Ben bu yaklaşım tarzına katılmıyorum. Çünkü 25-30 sene, zaten böyle bir boru hattının ekonomik ömrünü doldurduğu bir süredir. Dolayısıyla eğer 25-30 sene biz bu hatta verdiğimiz suyu zaten kullanmayacak idiysek ve bu su denize dökülecek ise, bu 25 yıl içinde denize dökülen o suyu körfez ülkelerine satardık. 25 sene sonra ekonomik ömrünü doldurduktan sonra projenin yenilenmesi gerektiği zaman, eğer o gün hakikaten kullanacak hale gelmişsek, bu hattı yenilemeyeceğimizi ilgili ülkelere bildirirdik ve 25 yıl boyunca da o bölgeye su satmak suretiyle para kazanabilirdik ve bir çeşit işbirliği ortamı doğardı. Barış Suyu Projesiyle ilgili söyleyeceklerimi burada kesmek istiyorum. En son iki konuşmacı, Manavgat Suyu Projesi hakkında çok değerli bilgiler verdi. Manavgat suyu hakkında benim düşüncem şudur: Manavgat suyu en başından beri özel sektöre verilmeliydi. Özel sektörün kendi kuralları vardır, suyu o kurallara göre işletecekti, satacaktı ve devlete para kazandıracaktı. Biz bunu yapmadık. Proje tam hangi yıllarda başladı, bilmiyorum, ama başlangıçtaki maliyeti 52 milyon dolar öngörülmüştü. Projenin henüz yarısı tamamlanmıştı ki, 52 milyon dolarlık ödeneğin tamamı tükendi. Sonra 75 milyona mal olacak denildi. 75 milyon yetmedi, 100 milyona, 150 milyona yükseldi. Şimdi kaç milyon dolar mertebesindedir bilmiyorum. Halen müzakereler veya inşaat devam ediyor olabilir. O kısmıyla ilgili fazla bir şey söylemek istemiyorum. Yalnız, başka bir vesileyle, petrol boru hatlarıyla ilgilenirken bu tür konuların hazırlıklarının nasıl ele alındığını, nasıl yürütüldüğünü, hazırlıklarının nasıl sonuçlandırıldığını gördüğüm için, aynı şeyin Manavgat suyu için de yapılması gerektiği kanısına varmıştım. O da şu: Petrol boru hattı döşemesi için daha ilk kazma vurulmadan önce, bir fizibilite etüdü hazırlanıyor, uluslararası piyasanın bu borudan geçecek petrole ihtiyacı var mı? İkincisi, yataktaki rezervler bu kadar yatırım yapılmasını haklı gösteriyor mu? Boru hattının geçeceği ülkeler muvafakat veriyorlar mı? Üçüncüsü, petrolün dolum yapılacağı, boruya verileceği yerde yeteri kadar rezerv var mı? Dördüncüsü, “throughput” anlaşması dediğimiz, bu borudan her yıl kaç milyon varil petrol geçeceğini taahhüt eden anlaşma imzalanmış mıdır? Bütün bunların anlaşması imzalanmadan, ondan sonra da bu projeyi finanse edecek finans kuruluşlarından son kuruşuna kadar finans anlaşması imzalanmadan kazma vurulmuyor. Bütün bunları hazırlamak lazım. Eğer biz Manavgat suyunu özel sektöre vermiş olsaydık, özel sektör bütün bunları hazırlamadan kazmayı vurmazdı. Öte yandan Manavgat suyunu tutacak barajın inşasına başlanırken, suyu satın alacak ülkenin depolama tesislerinin ve dağıtım şebekesinin de inşasına başlamak gerekirdi. Çünkü, barajın, barajda tutulacak suyu gemilere yükleyecek dolum tesislerinin (yani single point mooring”in) ve suyu satın alacak ülkedeki veya kentteki depolama ve dağıtım tesislerinin aynı gün bitmesi gerekir ki, hiçbir tesis atıl beklemesin. Biz bu hazırlıklardan hiçbirini ikmal etmeden, yıllar önce kazmayı vurduk ve 2 açı-dan sakıncalı duruma girdik. Birincisi ekonomik açıdan; çünkü proje biti. Buradan su alacak müşteri, henüz ortada yok. O potansiyel müşterinin yerinde ben olsam, şöyle derim: “Biraz bekleyeyim, Türkiye’nin bu projesi biraz atıl kalsın, para yemeye başlasın. Türkiye, o zaman nasıl olsa fiyatları düşürür ” diye hesap ederim. Potansiyel alıcıların da buna benzer hesaplar yapıyor olduğunu tahmin ediyorum. Projenin Devlet tarafından yürütülmesinin bir de siyasi açıdan sakıncası var. Özellikle İsrail’e su sattığımız takdirde, bütün Arap ülkeleri “Burada Arap ülkeleri ve Filistinliler susuzluktan kıvranırken, siz İsrail’e su satıyorsunuz” diye bu satış işleminin siyasi faturasını Türk devletine çıkarırlar. Dolayısıyla bugün hangi aşamadadır bilmiyorum, ama en kısa zamanda bu projenin özel sektörde en yüksek meblağı ödemeye hazır alıcıya devredilmesi gerekir. Özel sektör suyu satma hakkını devraldıktan sonra kim daha fazla para verirse ona satar. İsterse Bodrum Belediyesi’ne, isterse Marmaris Belediyesi’ne, isterse Libya’ya, isterse İsrail’e satsın. Proje muhtemelen şimdi atıl halde olup yapılan yatırım geri dönüş yapmadığı için kamu parasını yutmaktadır. Zararın neresinden dönülse kardır. Bu yapılmadığı takdirde kamu fonlarındaki kan kaybı devam edecektir. Bütün bunlar bundan önceki paneldeki en son konuşmacının söylediği çok önemli unsurların hiçbirine halel getirmiyor. Yani Türkiye su sayesinde Orta-Doğu’da yapıcı ve istikrar sağlayıcı bir rol oynayacaksa, o rolü, aynı suyun özel sektör tarafından satılması suretiyle de yine oynar, ama şu anda Manavgat suyu projesi devletin sırtında bu bir kambur olarak durmaktadır kanısındayım. Şimdi Avrupa Birliği’ne katılım süreciyle ilgili bir-iki şey söyleyeceğim: Avrupa Birli-ğinin çeşitli organlarının yayınladığı belgelerde sular konusu da bazı maddelere sızmış durumda. Oraya başka ülkelerin bunu sızdırdığı kanaatindeyim. Belgelerdeki bu ifadelerin bir bağlayıcılığı yoktur. Gerçi Avrupa Parlamentosunun aldığı kararlar da Avrupa müktesebatının parçasıdır, ama bizi bağlayıcı hale gelmesi için, Türkiye’yle müzakerelerin parçası haline gelmesi lazımdır. İleride gelecek midir? Gelebilir. Avrupa Birliği müktesebatının bir parçası haline gelmişse, Türkiye’nin o müktesebatı kabul etmesi mecburiyeti esasen var. Ama Türkiye’nin şu anda bahsettiğimiz FıratDicle açısından önemli olan o meşhur sözleşme, yani Uluslararası Suların Ulaşım Dışı Amaçlarla Kullanılması Sözleşmesi’nin, Avrupa Birliği ülkelerini ilgilendiren tarafı yok. Çünkü AB’de aşağı kıyıdaş olan ülkelere daha fazla su verilmesi sorunu yoktur. Orada sorun, suyun kirletilmemesi sorunu ve seyrüsefer sorunudur. Zaten “ulaşım dışı amaçlarla” denilmesinin nedeni, ulaşımla ilgili boyutları Avrupa ülkeleri arasında, belki onlarca yıldan beri zaten çözümlenmiş olmasıdır. Onların bizdeki aşağı kıyıdaş ülkelere daha çok su bırakılması gibi bir sorunları yok. Onun için bu sözleşmeye belki taraf olmayacaklar. Bizim de, Avrupa Birliğine nazaran üçüncü ülke sayılan Suriye ve Irak’la suları nasıl tahsis edeceğimiz konusu onları ilgilendirmez. Bu nedenle, sınır aşan sularla ilgili konuları, Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerinde şart olarak, ileri sürmeleri ihtimali azdır, ama çeşitli Avrupa Birliği forumlarında, nasıl Türkiye’nin AB’ye katılım süreci ile hiç ilgisi olmadığı halde sözde Ermeni soykırımını tanımamız için baskılar yapmaya çalışıyorlarsa, böyle bir bağlamda sorun önümüze çıkarılabilir. Biz bunları Avrupa Birliği Kopenhag Kriterlerinin ve Avrupa Birliği müktesebatının parçası saymıyoruz ve bunları müzakereye hazır değiliz. Son bir konuya daha değinmek istiyorum: Türkiye, sınır aşan sular konusunda o kadar büyük sorunlarla karşı karşıya olduğu halde ve belki en sorunlu ülke olduğu halde, su diplomasisi alanında uzman yetiştirmemeye adeta büyük bir özen göstermektedir. Şimdi diyeceksiniz ki, “Dışişleri Bakanlığı yaptınız, Dışişleri Müsteşar Yardımcılığı yaptınız. Neden bu sorunu çözmediniz?”. Dışişleri Bakanlığında Müsteşar Yardımcısıyken başlattığım bir proje vardı. Mühendis kökenli yetenekli elemanlar işe almıştım. Bunlar Dışişleri Bakanlığında sınır-aşan sularla ilgilenen bölümde görev yapıyorlardı. Personel dairesiyle vardığımız yazılı mutabakata göre bunlar, su diplomasisi alanında doktora yapabileceği yerlere tayin edileceklerdi. Oradan döndükleri zaman, ikinci yurt dışı görev yeri olarak su sorunumuzun bulunduğu ülkelere gideceklerdi. Böylelikle o ülkelerde bizimle su alanındaki ilişkilere nasıl bakıldığını o ülkenin penceresinden göreceklerdi. Bu nitelikte 10-15 eleman yetiştirecektik. İstemiştik ki bunlardan biri örneğin Avrupa Su Enstitüsünün Müdürü olsun, ötekisi, su ile ilgili bir uluslararası toplantıda raportörlük görevini üstlenebilsin. Böyle bir hayalim vardı ve üniversitelere yazı yazdım, “Su diplomasisi bölümü açarsanız biz de destekleriz” diye. Sadece bir tek üniversite olumlu cevap verdi, rahmetli Ali İhsan Bağış, Hacettepe Üniversitesi’nde böyle bir bölüm açtı. Yıllar sonra orada su diplomasisi konusunda dersler vermek de bana kısmet oldu. Ama maalesef öteki yüksek öğrenim kurumlarımız bu nitelikte uzman yetiştirme fikrine itibar etmediler. Halen de etmiyorlar. Halbuki su diplomasisini iyi bilen uzmanlarımızın dünyadaki su kuruluşlarında, ya başkan, ya başkan yardımcısı veya genel sekreter veya toplantılar yapıldığı zaman, o toplantılarda raportör olarak görev yapabilmeliler, böyle görevlere talip olabilmeliler. Bunun için uluslararası su konularını çok iyi bilmek, bir veya birkaç yabancı dili çok iyi bilmek gerekir. Türkiye maalesef kendisi için büyük önem arzeden bu konunun boyutunu bir türlü kavrayamamıştır. Bu çok büyük bir ihtiyaç olarak duruyor. AB sürecinin uluslararası sularla ilgili bir boyutu da şudur: Şimdi taraf olmadığımız sözleşmelerin bir bölümüne Avrupa Birliği de taraf oldukça, bizim de taraf olma mecburiyetimiz doğacaktır, bundan kaçma imkânı yoktur.
Yorumlarınızı Bizimle Paylaşın

Sadece üyelerimiz yorum yapabilir, hemen ücretsiz üye olmak için Tıklayın

(E-Posta adresiniz yayınlanmayacaktır)
Yorumu Gönder
Henüz Yorum Yapılmamış